19 Ekim 2014 Pazar

Kuruyan kalpler, düşen sakızlar için..




Yaz mevsimi oldum olası sevmedim. Sıcak diye sevmedim, şehir boş diye sevmedim, yıllarca her yaz 24 saatlik otobüs yolculuğuna çıkıp Artvin'e gittiğim için sevmedim, sevmedim, sevmedim.. Yaz mevsimini sevmek için bir sebebim olduğunu sanmıyorum. Ancak tüm bu sebeplerden en büyüğü, ben hep yaz mevsiminde yalnız kaldım, çocukluğumda istanbul dışına çıkıp yalnız kaldım, üniversite hayatımda şehirden çıkmayıp yalnız kaldım. Bu yalnız kalışlar insanı metafiziğe düşürüyor, sanki bu yalnız kalışlardan var olmayan bir mevsim sorumluymuş gibi düşündürüyor. 

İsmet Özel'in 'akdeniz'in ufka doğru mora çalan mavisi' isimli, daha ilk baştan ismiyle seni alıp götüren bir şiiri var. Şiir daha ilk dizesiyle, yaz nefreti ile dolu olan beni kavrayıp götürüyor; ''yaz günleri beni hatırlamıyor..'' Ben hep yaz mevsimlerinde terk edildim, hep yaz mevsimlerinde boşluğa düşüp, anlamsız bir üzüntüye kapıldım. Bir çok kişi bu anlarda bir şiire, bir hikayeye, bir romana sarılır. Bu içine düştüğü anlamsız ve bir o kadar da çıkış bulamadığı üzüntüyü artık ezberlemeye vardığı cümleler ile üzerinden atmaya çalışır. Benim de öyle bir şeyim var, şeyim diyorum çünkü ne şiir, ne roman, ne de bir hikaye. Onu ilk okuduğumda yaz mevsiminde yalnız bırakılmaya henüz alışmamıştım, yazı sevmeme nedenim sıcak olmasından ileriye gitmiyordu. 2009 yılında rastladım o yazıya, okudum okudum okudum.. yazının üzerinde olduğu sayfanın sağ alt köşesi eskidi sayfayı çevirmekten. Aradan 5 sene geçti ve ne yazık ki düştüğüm yaz yalnızlığını bir ekim ayında hissederek aynı yazıyı tekrar tekrar okuyorum. 



'' 'Basarsan alırsın'lı 'koşu yoluma at'lı klasik bir maçtı. Terden saçlarım birbirine yapışmış, boynumdaki kir çizgileri, güneşin altında başım zonklaya zonklaya oynuyordum. Takım olarak ise gerçekten rezil bir durumdaydık. O kadar kötü bi durumdaydık ki kalecimiz kendini bilmez bi şekilde sanki sol açık gibi topu alıp karşı takımın kalesine doğru artistik çalımlar eşliğinde ilerlediği bi anda topu kaptırmıştı ve onların ceza alanına doluşmuş tam kadro olarak bittiğimizi resmileştiren golü izlemiştik. Karşı takımın oyuncusu bizim bomboş ceza alanımızı geçip boş kalemizin önünde topu ayağıyla sabitledi ve yere eğildi. Sonra kafası ile topu yavaşça sürdü kalemize doğru. Böyle bir gol, siz sevgili okurlarımın da bildiği gibi normal bir mahalle takımını dağıtmasına, golü yiyen takımın kaptanının topu tutup havaya rasgele degaj çekip uzaylamasına sebebiyet vermesine, ardından dikilen topun sahibinin aşağıdaki bayırda topun peşinden küfür ederek koşmasına ve maçın bitmesini sağlamasına rağmen biz maçı bitirmedik.

Kaleye doğru gidip ''ver lan eldivenleri ben geçicem kaleye. Sen bas! Kıran kırana oynuycaz'' diyerek ittim denyo kalecimizi. Tecrübeli bir file bekçisi gibi direğe yaslanarak taktikler veriyordum takımıma. Ama kimse beni dinlemiyordu. Umursamadım bağırmaya devam ettim. Yavaş gelen bir aşırtmayı çift yumrukla bertaraf etmek isterken yanlışlıkla içeri aldım. Eski kalecimizle göz göze geldik. Çabuk hareket edip topu alıp sanki daha deminki salak ben değilmişim gibi millete ileri gitmesi için bağırarak degaj çektim ama ileri doğru gitmesi gereken top, ayağımın dışına gelerek sağ yanıma düştü. Zalim top, rakip takımın santraforunun önce göğsünde yumuşamış sonra da ayağının içinde yerini bulmuştu. Üzerime doğru şut çekmek için geliyordu. Her şey boka sarmıştı, belli ki bir mermi kıvamında gelecekti şut. Tırstım... Top resmen tsubasanın yamuk topu gibi geliyordu üzerime zıplayarak kaçılmaya çalışırken götümün yanı ile baldırım arasına çarparak zıbarttı beni. Sanki topu tutmuş gibi oldum. Ama ceza sahamızdaki tehlike bitmemişti. Biraz zıbardıgımdan reflesksel olarak hareket ettiğim için, biraz da benden başka kimse olmadığı için topu ayağıma alarak şık hareketlerle ilerledim. Orta sahayı geçince ''oluyo lan'' diye düşünüp iyiden iyiye gaza geldim. Diziyordum resmen lavukları. Ama birden iki kişi girince dengemi kaybettim yan taraftaki tellere tutunup çalıma öyle devam ettim. Mücadele uzayınca yere düştüm yerde oturarak çalıma giriştim. Yine siz sevgili okurlarımın bildiği üzere yere oturarak yapılan mücadele, mücadelelerin en rezilidir, futbol tarihinin yüz karasıdır.

Tam o sırada çocukluk arkadaşım, can yoldaşım, hemşerim, biricik dostum Namık’ı gördüm. Ben ağzım açık oturduğum yerden Namık’a bakarken top ayağımdan alındı ve yine golü yedik. Gol tanıdık, rezillik tanıdık ama Namık farklıydı. Adam çıkarıp hemen oyuna dahil olması ve takıma dahil olması ve takımı kurtarması gerekirdi normal şartlarda ama öyle yapmadı. Elleri cebinde öylece bizi büyük bi ciddiyetle izledi. Oyun en sonunda havaya dikilen degajla bitti, top bayıra gitti. Top sahibi bayıra ben Namık’ın yanına koştum. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Ne güzel kir pas içinde, itişe kakışa oynuyorduk, neydi bu temizlik, neydi bu mesafe tam anlayamamıştım. Garip bir şeyler oluyordu. Bana cebindeki kutudan bi sakız verdi. Karşılıklı konuşmadan çiğnedik bi müddet. ''Biz bugün köye gidiyoruz. Üç ay yokuz'' dedi. Sevgili dostlarım şimdi tam anlatabilir miyim bilmiyorum ama o gün ilk defa bireylerin değişmesinin beni ne kadar korkuttuğunu anladım. Sanki hep öyle devam edecek sanarken, insanların bir takım kararlar alması, birden ciddi bir mesafe takınması çok koydu bana. En yakın arkadaşım çok yabancı geliyordu lan! "İyiydik lan. Nereden çıktı bu köy'' demek istedim. Sonra anne baba ve kardeşi geldi. Bavulun bir ucundan tutup bayırdan aşağıya doğru yürüdü gitti tertemiz yeni yıkanmış Namık. Arkasından bakakaldım. Boğazıma bir şeyler düğümlendi. Ağzımdaki sakızı biraz önüme tükürüp sakıza bir şut çektim sonra geriye doğru koşarak top sahibinin elindeki topa vurup düşürüp elime aldım, uzayladım. Top bayıra doğru gitsin istedim ama Namıkların terk edilmiş balkonuna düştü. Bayıra son bi kez baktım, arkasına bakmadan gidiyordu. s.keyim böyle hayatı dedim.

Çok sonraları, dört yıl önce, yine böyle bi yaz, mühendisliği anlamsız bir şekilde, ortada hiçbir neden yokken bırakıp zağar gibi sokaklarda gezdiğim sıralarda aynı duyguyu yeniden hissettim. Kız arkadaşımla Beşiktaş’taki çay bahçesinde oturuyorduk. Namık ciddiyeti vardı suratında. Ben ''bi çay daha içer misin'' diyecekken söz girdi ve ''Ben geleceğimi düşünmek zorundayım umut. Kusura bakma'' dedi. İyiydik lan demek istedim diyemedim. Gidişini izledim. ''Artık kaşar oldum, bi daha hissetmem'' derken bu sefer asker ocağına sigarayı bırakmaya çalıştığım sıralarda yakaladı beni duygu. Telefondaki ses çok ciddiydi bu sefer. İyiydik lan diyebildim bu sefer. Telefonu kapattım. Ağladım, çok ağladım. Ağlarken sakızım ağzımdan düştü. Ben hiç çok ciddi kararlar alamadım, karar alanlara arkadan baktım.''

Umut Sarıkaya-Sakızım Düştü



14 Ekim 2014 Salı

AYLIK AKBİL'e duyulan sevgi ya da boş koltuklar.

AYLIK AKBİL’e duyulan sevgi ya da boş koltuklar..

Her ayın yedisi gelince
Koşarız ziraat atmsine
Hesapta krediyi görünce
Akla ilk sen gelirsin aylık akbil

Okula nasıl gideceğim bu fakirlikle?
Yardım gerekli bir aceleyle
Hemen atarsın elini cebine
Ele ilk sen gelirsin aylık akbil

Kimseyi sevemedim seni sevdikçe
Bir kaybolsan çıkamam evden sevgiyle
Ararım seni, İstanbul kazan ben kepçe
Kalbe en dokunan sensin aylık akbil

‘’Fazla akbil var mı?’’ der yaşlı amca veya teyze
‘’Benimkisi aylık!’’ derim parlayan gözlerle
Üst üste bastırmazsın aynı otobüste
Bir de bastırsan ne güzel olur aylık akbil

Bir şiir yazdım sen ellerimde
Sikko bir fotoğrafım var sağ üstünde
O bile azaltmıyor sevgimi, ay bitmedikçe
7sinden 7sine seviyoruz seni aylık akbil.






20 Aralık 2013 Cuma

-ki o şehir senmişsin meğer

yeni bir şehre gitmek gerekiyor kimi zaman. yeni yollar, yeni sokaklar, yeni yuzler, yeni binalar ve yeni mutsuzluklar arıyorum. alman bir filozofun da söylediği gibi; kaygı ve mutsuzluk, insanın varlığının farkına varmasını sağlıyor. yeni bir şehirde yeni bir varlığın farkına varmak istiyorum.

yeni bir şey isterken ve hatta o yeni şeyi elde ederken, bunun başka birisinin eskisi olduğunu unutmamak gerekiyor. ben yeni bir şey buluyorum, birileri yeni başka şeyler için o şeyden kaçıyorlar. yeni ve eski arasındaki ilişki sadece bir yer değiştirme eylemi olarak kalıyor hayatımızda, kaçıp gitmek istediğim eskileri alıyorlar.

bir şey ne kadar yeni veya ne kadar eski olabilir ki? o zaman geriye şeylerin değil benim yeniliğim ve eskiliğim kalıyor, madem eskiler yeni oluyor ve yeniler zaten eskiydiler, o zaman değişmeyen olarak kendime bakıyorum. eski bir şehre gidebilirim, o şehri kendim için yeni yapabilirim, ancak sadece kendim için; ve bazen bir şeyin eskimemesi için yeni bir şey aramıyor insan.

eskime.




4 Şubat 2013 Pazartesi

Kaldırımlar ve Dünyalar.

Bir kaldırım üzerinde ne taşır sorusu, bir çanta içinde ne taşır sorusu ile paralel gider. Basit anlamıyla baktığımızda kaldırımlar ayakları, çantalar kitapları taşır. Ama hayır, ne kaldırımlar ayakları ne çantalar kitapları taşır. Kaldırımlar, derinliklerinde, onları madde olmaktan çıkartıp kaldırım yapan niteliklerinin derinliklerinde dünyayı taşımaktadırlar. Aslında sadece kaldırımlar değil, her şey dünyayı taşımaktadır. Dünyayı taşımak nedir? Bu Atlas'ın dünyayı taşıması gibi bir taşımadır, Atlas sadece kolları ile, kas gücü ile dünyayı taşımaz, Atlas aynı zamanda dünyanın kayıt cihazıdır. Atlas en derinlerde aslında zamanın ta kendisidir. Atlas dünyayı taşır, dünya insanları taşır, insanlar zamanı taşır. Zaman insanlar tarafından taşınır, insanlar dünya tarafından taşınır, dünya Atlas tarafından taşınır, yani aslında Atlas Yunan düşüncesindeki döngüsel zamanı taşır. 

Peki kaldırım nasıl olur da  zamanı taşır? Dediği gibi sadece kaldırım değil, bir çanta, bir koltuk, bir ayakkabı, bir masa ve hatta 'onun' da söylediği gibi bir kürsü zamanı taşıyabilir. Kaldırımın zamanı taşıması, üzerinde yürüyen insanın zamanı taşıması ile yüklenilen, dolambaçlı bir taşıma değildir. Kaldırım taşının bir hayatı vardır. Hayat sadece insanın değildir, varoluş ile yok oluş arasındaki her şey bir hayattır. Kaldırım taşının madenden çıkarılışı ile kaldırımdan sökülüşü bir hayattır. 

Kaldırım zamanı taşır, çünkü kaldırım hep oradayken zamanı taşıyan insan üzerinden geçer gider. Her gün farklı binlerce insan ve onların zamanları geçmektedir kaldırım üzerinden. Kaldırım sürekli bir etkileşim halindedir, insan ile etkileşir ve bir süre sonra kaldırım artık dünyalanmıştır, o üzerinde taşıdığı insanlardan kendisine bir dünya kurmuştur, o artık kendi dünyasının zamanını taşımaktadır. 

İnsan da bir kaldırım gibidir. İnsanı, hayvandan ayıran temel özelliklerden birisi, dünyalar yaratabilmesidir. Hayvan doğaya bağlıdır, onun bir dünya yaratma şansı yoktur, ancak insan dünya yaratır. İnsan başka insanların dünyalarının arasında doğar ve bir gün o dünyalardan kendi dünyasını yaratmıştır. İnsanlar kaldırımın kaderleri aynıdır, ikisi de bir dünyalar çatışmasının içine atılırlar, ikisi de başka dünyalardan dünyalanırlar. 

Dünyalanan insan, özünü yitirmiş insandır. O artık başka dünyaların, içine düştüğü dünyaların yansımasıdır. Ve bazen öyle dünyalar ile karşılaşır ki, etkilendiği bu dünya, bütün bir dünyalanmasını tersine çevirebilir ki giden dünyalar her zaman dünyalanandan bir şeyler götürürler. Dünyalayan ile dünyalanan, tek bir ortak dünyada buluştukları ölçüde yalnız değildirler. Bunun dışındaki tüm dünyalar, yalnızca kendi dünyaları ile ilişki içerisindedirler.

Sokaktan sökülen bir kaldırım kendisi ile birlikte bir çocukluğu götürebilir. Kopan dünyalar, bütün bir dünyayı yok edebilir. 

Kapılar odalara değil, dünyalara açılırlar.


28 Ocak 2013 Pazartesi

Kapı.

İki kapılı bir handa, giderken gündüz gece, kapılardan başka ne düşünebilirdi insan ? Girdiğim kapı ve çıkacağım kapı arasında, milyonlarca kapıdan oluşan bir hayat yaşıyorum. İnsan hayatta sadece iki kapıyı göremez: doğum ve ölüm kapısı.

İnsan, içinden geçtiği kapı kadar vardır. Kapı insanın yaşamının mekansal bir yansımansından başka bir şey değildir. Bir saray kapısı ile gecekondu kapısı aynı şeyi farklı şekillerde ihtiva ederler. Bir kapı iki mekan arasındaki bağlantıdan başka ne olabilir ki zaten? Fakat mekansal kapıdan konuşmak istemiyorum, zihinsel kapıdan konuşmak istiyorum. Yaptığım her hareket, başka bir harekete açılan kapıdır, yani kapılar neden-sonuç ilişkisi ile açılır. Ancak doğum kapısı ölüm kapısının nedenidir. Bir insanın doğum kapısından içeriye girmesinin sebebi, ölüm kapısına ulaşmaktan başka bir şey olmayacaktır. İnsan hayatında, başka başka hayatlara açılan kapıları bilebilir ancak.

İsa, Yuhanna incilinin şimdi hatırlayamadığım bir yerinde, müritlerine ''kapı benim'' diye seslenmektedir. İsa yeni bir hayata açılan bir kapı idi, Hıristiyanlığın kapısı İsa, iyi çoban İsa. Benim kapım kimdi? Biliyorum, bir çok kapıdan geçtim, ama sadece bir kapıyı kişileştirdim, bir kapıya ''kim'' sorusunu sorabildim. Benim kapım İsa değil, benim kapım iyi çoban da değil. Yeni bir kapıyı arıyorum uzun zamandır, yeni bir geçiş, yeni bir giriş, yeni bir hayat. Ancak bazı şeyleri unutuyorum, aradığım yeni kapının, eski kapı ile girdiğim yerden bir çıkış olacağını sık sık unutuyorum, peki o mekandan çıkmak istiyor muyum? O mekan içerisinde kapılar mı arıyorum? Turgut Uyar şiirinde söylüyor: ''sayısız penceren vardı bir bir kapattım, bana dönesin diye bir bir kapattım..'' diyor şair, ben belki pencereler kapatıyorum, ama pencereleri ulaşmak için geçilecek kapıları kapatıyorum, bana dönesin diye bir bir kapılar kapatıyorum. Bazen aynı mekanın içinde olan, bazen çok farklı mekanlara açılan kapılar kapatıyorum, var olduğum mekandan kaçmak istemiyorum, kaçarsam her şey yıkılacak biliyorum.

Çok eski bir kapının mekanında ikamet ediyorum, aynı mekan içerisinde pencereler kapatıyorum. İçinden her geçtiğim kapı aslında tek kapı, çok sonraları fark ediyorum, o öyle bir kapı ki, bir mekanı yine o mekana bağlayabiliyor. Kapıya çizgiler çekmek istiyorum, hapishane duvarlarındaki gibi günleri saydıracak çizgiler çekmek istiyorum, penceresi olmayan bir kapıyı çiziyorum.

Kapının rengi değişiyor, kapı yaşlanıyor, mekan aynı kalıyor. Zamanın dışında bir mekan ve zamana bağlı bir kapı ile yaşıyorum, zamanı oluşturuyorum.




24 Ocak 2013 Perşembe

Anlatamıyorum.

6. sınıfta, türkçe dersinde öğretmen tahtaya bir şiir yazıyor. Gün karanlık, sınıf kalabalık, camlar buğuluydu. Muhtemelen bir ekim günü, günler kısalmış son derste oturuyorum, hava soğuk olacak ki camlar buğulanmış, türkçe öğretmenim emel, boyu kısa, tahtanın üstüne yetişmek için zorluyor, parmaklarının ucunda duruyor. Bir şiir yazıyor, o zamanki gözlerim şiiri epeyce uzun görüyor. ''Ağlasam sesimi duyar mısınız,'' diye başlıyor şiir ve ''Anlatamıyorum'' diye bitiyor. Deftere geçiriyorum, okuyorum, anlamıyorum. Şair haklı, anlatamıyor, anlamıyorum. 

O günden geriye bunlar kaldı, çok net hatırladığım için biraz korktuğum bu şeyler. Altıncı sınıfın başında birisi olacak şiirin bende uyandırdığı his ise yıllar boyu değişmedi, ta ki geçen haftaya kadar. Bu şiiri her okuyuşumda gözümde yeşil çimenler, alabildiğine uzak kırlar, güneş ve deniz canlanırdı, belki de şiiri ilk okuyuşumun karanlık ve soğuk bir ekim akşamı oluşundan dolayıdır, ama böyle olurdu. Ataol Behramoğlu'nun bir kitabı ile karşılaştım, şair bu kitapta aşk şiirlerini toplamış ve bunları belli başlıklar içerisinde ayırmış. Başlıklardan birisi ''Sezişler'', bu başlığın ilk şiirlerinden bir tanesi de, Orhan Veli'nin Anlatamıyorum şiiri. Şair neyi seziyor? Ben onun sezebildiği şeyi, neden sezgisini aktardığı şiirde göremedim?

Sorunun cevabının, yani şairin sezgisini bilemeyişimin sebebi, aslında bu soruyu ona yöneltişimdeki sorunda yatıyormuş, bunu çok geç anladım. Şair neyi değil kimi seziyor? Evet doğru soru bu olmalı, şair kimi sezdi? Şiiri böyle okuyorum, ve seziyorum, şairin sezdiği kişiyi seziyorum. Şiiri tekrar yorumluyorum: ''Birisi var biliyorum; her şeyi söylemek mümkün...'' 

Artık bütün soruların cevabını biliyorum. Mısralarda ağlama seslerini duyuyorum, dokunabiliyor, görebiliyorum, şarkıların bu kadar güzel, kelimelerinse kifayetsiz olduğu anları artık biliyorum.

Anladım, ne oldu? ne değişti şiire bakışımda? Hiç. Ben hala uçsuz bucaksız, yeşil ve mavili bir yer istiyorum. Şairin sezdiği şeyi sezmek değil yaşamak isterim. Ve bu şiiri her okuyuşumda, aklıma başka bir şairin başka bir betimlemesi gelecek:

''aynı yalınlıkla ölmek isterim
kırda bir çiçek gibi, sakin, gösterişsiz
mum yerine yıldızlar parlasın üstümde
yeryüzü uzansın altımda sessiz.''


11 Ocak 2013 Cuma

Karşılaşmalar.

2008 yılının Temmuz ayı olduğunu düşündüğüm bir zamanda, sabah saat 11:00 civarında tramvaya bindim, nereye ve neden gittiğim tabii ki önemli değil, ama bir yere gittim ve gece dönmem gerekti. Saat akşam 22:00 civarı tekrar tramvaya bindim, tramvaya binerek gittim ve ona binerek döndüm, sabah giderken oturduğum tramvay koltuğunda, akşam dönerken de oturdum. Koltuğun sağ tarafındaki cam kenarına şu an ne olduğunu bilmediğim bir şey kazınmıştı, sabah giderken göz ucu ile kazılana baktım, akşam dönerken göz ucuyla bakışımı tekrar yaşadım. Yaklaşık 12 saatlik bir süre iki uca ayrılıyor, tramvaya binmem ve tramvaya tekrar binmem. On iki saatlik dilimin başı ve sonunu oluşturan aynı koltuk.

Her karşılaşma, yeni bir insanı veya nesneyi tanımaya açılan yoldur.12 saatlik sürede tramvay değişti, o koltuğa yüzlerce kişi oturdu ve belki o yazıya yüzlerce kişi baktı. Ancak tramvayın değiştiği kaçınılmaz bir son.

Kadıköy'e gittiğim her gün, bir şeyler ile karşılaşıyorum, bazen üzüntü bazen sevgi bazen boş yollarla karşılaşıyorum. Değişen ne? diye bakıyorum, bir gün önce sevgi olan şey ile üzüntü olarak karşılaştığım zamanlar çoğunluk. Sevginin kendim ile ilgili bir şey olduğunu biliyorum, demek ki bir gün önce kendisi ile karşılaştığım şeyler bir gün sonra benlik olarak karşımda duruyorlar.

Bazen boş koltuklarda karşılaşıyoruz.